Tiyatro’nun Kökeni ve İslam’daki Dini İfadesi
Bilge söyleyişler, Şiir ve Müzik

(Theater Origin in Islam)


Copyrighted 2006 by Nadine Sultan D’Osman 

Translated by Ayşe Hanım

Tiyatro aktör/aktrislerin, izleyiciler önünde, günlük hayatın abartılmış ve genelde büyülü sunumunu oynadıkları yaşayan bir sanat türüdür.

Bununla birlikte, tiyatro zamanın başlangıcından beri, dinlerden ve daha önemlisi yazılı eserlerden önce de vardı. İlkel insanların, genelde düşmanca olan bir çevrede hayatın gizemini anlamak için bir iletişim aracına ihtiyaçları vardı. Bu yüzden ifade edebilecek bir dile sahip olmadıkları gizemli doğa olaylarını taklit ettiler. Aynı zamanda gençlere hayatta kalma yeteneği kazandırmak ve atalarının hayat hikâyelerini anlatmak için de bir yoldu. Mitler tarihi, tiyatro sanatı formu ile aktarıldı. Daha sonra, mevsim değişimi, av, savaş, düğün, doğum, ölüm ve insan duyguları ve olaylarıyla ilgili kutlama seremonileri ve ritüellere dönüştüler. Törensel bir ifade şekline dönüştükten sonra kılık değiştirmek yaygınlaştı ve çağdaş tiyatroya daha çok benzer hale geldi. Yine de, erken tiyatrodaki önemli bir konu, oyuncu ve izleyicilerin modern zamanlardaki gibi ayrılmamış olmalarıdır, hepsi bir seviyede katılımcı oluyorlardı. Gerçekte, ilkel insan sahneyi kendi dünyasını açıklamak için kullandı.



Bu, pantomimin ilk zamanlardaki ifadesinin dilin imkânlarının ötesinde olanları açıklamak için dini ritüellere yol açan ritualistik seremonilere dönüşümüdür ve bunlardan mukaddes teatral Hıristiyan geçit töreni ya da İslam’daki Dönen Derviş dansı gibi bazıları bugün hala icra edilmektedir. Bilinçsiz bir yaşam sanatı formu, ıssız ve puslu bir kıştan sonra doğanın yeniden doğuşundan özel başarılar ya da bize zenginlik, sağlık, barış ve buna benzer şeyler sağlayacak olan İlahi aracılar gibi geniş bir seremoni konusunu kutlamak için bilinçli bir hayat dramatizasyonuna döndü.



İnsan doğasını ve etrafımızdaki dünyayı daha iyi anladıkça tiyatro muhtelif insani zaaflarla dalga geçme veya hiciv niteliğindeki gösterileri kullanarak devlete karşı açıkça eleştiriler ifade eden bir sahne oldu. Ayrıca insanlar kaderin ağına düştükçe aşk öyküleri ve dramlar da sahneye uyarlanmıştır.



Tarihi boyunca din o veya bu şekilde mesajını iletmek için teatral teknikleri kullandı. M.Ö. 2000 civarında, Mısır Firavunu, Osiris’e, “Tutku” adlı bir oyun oynayarak tapınmayı teşvik etti. Persler “Taziyeh Khvani” adlı İslam epik dramasını üreten İmam Hüseyin’in şehit oluşunu yıllık olarak, aynı aracı, tiyatroyu kullanarak gösterdiler.

Buna yakın zamanda, Çinliler, kendi dini tapınaklarında, iş, üzüntü ve mutluluk gibi günlük aktiviteleri ifade eden müzik ve dansı teatral bir havayla kullandılar. Daha sonra, din ve eğlence arasındaki fark ortaya çıktığında, bu Çinlilerin karmaşık ve ilginç dekor ve kostümlerini, dramatik pantomim ile kullanmalarına yol açtı, çünkü tiyatro tamamen bir eğlence haline gelmişti.

Batı’da da tiyatro dini bir anlam da taşıyordu: Yunan trajedileri kaos ve ölüme yol açan şarap ve çılgınlık tanrısı Tanrı Dionysus’dan ilham almıştır. Erken dönemlerde, Drama Tiyatrosu, ölüme tapmayı trajedilerine ilham olarak kullandı.

Avrupa’da, Orta Çağ Tiyatrosu’nun kökeni dindir. İngiltere’de 10. Yüzyıl kadar erken dönemlerde, Paskalya ritüeli olarak oynanırdı. 12. Yüzyıldaki Fransız draması da dinsel idi. İsa ve Bakireleri, hem erdemli hem erdemsiz, temsil eden “The Wise Virgins(Erdemli Bakireler)”; ya da kayıp cenneti resmeden “Adam (Adem)” veya Kabil’in Habil’e karşı işlediği ilk suç gibi. Bu oyunlar (ve diğer benzerleri), her ne kadar kurgu olmasalar da İncil (Gospel) veya diğer kutsal kitaplardan gelen dramatize etmelerdi.

15. yüzyıla doğru, dini bir doğanın Mucize ve Gizemleri Avrupa tiyatrosunda önemli bir yer edindi, her ne kadar Kilise her zaman oyunlardan hoşnut olmasa ve hatta bazen yasaklasa da.

Tiyatro, dini ya da seküler, ifadesini hikâye anlatmada ve özellikle şiirde buldu, genelde her ikisine müzik de eşlik ederdi. Şairler her zaman akademik insanlar olarak saygı görürlerdi ve bu akım, bu sanatın hızla geliştiği İslam altında da devam etti.

Müzik ve dansın onaylanması veya onaylanmaması, doğuşundan beri İslam’da anlaşmazlık konusu olmuştur. Bu anlaşmazlık, sanatın tek amacının, muhtemel ayartmalara yol açacak olan zevk için eğlence olduğunu savunan tek yanlı bir görüşten kaynaklanır. Ve bu, insan zihninin bir yanlış anlamasıdır.

Müzik, özellikle, insanların iç dünyalarıyla iletişim kurmak için bir araç ve insanı gerçek benliğiyle birleştiren ilahi ilhamın evrensel dilidir. Müzik ve ruhanilik bağlantısı yeni değildir. Eski Mısır’da Rahipler (2500 yıl önce) insanın İlah’a olan yolculuğunda müziğin doğrudan insanın kalbine gittiğini anlamışlardı.

Doğal olarak, müziğin tüm biçimleri, bir dildeki tüm kelimeler gibi, uygun değildi. Hepimiz farkındayız ki, saldırgan ve aşağılayıcı sözler uygar bir toplumda kabul edilebilir değildir ve böyle kelimeler uygunsuz olarak görülür, çünkü olumsuz cevapları kışkırtırlar. Böylece, belli müzik türleri, özellikle konser müzikleri, ruhani müzikle karıştırılmamalıdır. Mesela kökleri eski Mısırlılar’a dayanan, Phythagoras adlı çilekeş ahlakçı tarafından, müziğin mistik bilgeliğini yansıtan “makan” sisteminin içinde kullanılan Sufi müziği gibi. Bu Makan sistemi Osmanlı Klasik müziği haline geldi ve hala İslami sufizmde görülebilir.

Bu sunumda, özellikle İslam’da görülen üç farklı Sanat formunu inceleyeceğim: Hikmetli deyişler, Şiir ve Tasavvuf müziği. Bu sanat formlarının analizi için, iki eşsiz 13. Yüzyıl Hikmet ve Manevi Feraset dâhisini seçtim: Nasreddin Hoca ve Mevlana Celaleddin Rumi. Onların etkileri, bugün bile Doğu ve Batı’da yadsınamaz.

Öncelikle, dünyaca ünlü bilge ve nüktedan Nasreddin Hoca’dan akıllı deyişlerle başlayacağım. Nasreddin Hoca genelde esprili ve basit mantıklı, halk güldürüsü şekliyle biraz da akıl içeren komik biri olarak tanıtılır. Nasreddin Hoca’nın gerçek Manevi Bilgeliğinin derinliği görmezden gelinmiştir. Nasreddin, “İnancın Zaferi” anlamına, Hoca ise, “İslam âlimi” anlamına gelir. Dolayısıyla Nasreddin Hoca bir İslami ilimler öğretmeniydi. Babası İmam(İslam Âlimi) olan dindar bir aileye doğdu. Nasreddin Hoca’nın doğum tarihi biraz tartışmalıdır, kimi onun 1208’de Horfu adlı küçük bir Türk köyünde doğduğunu söylerken, kimi de onu, ondan 150 yıl sonra yaşayan Timurlenk (1360-1405) ile aynı döneme yerleştirir. Muhtemelen Nasreddin Hoca Mevlana Rumi ile aynı dönemde 13. Yüzyılda doğdu, çünkü bu iki istisnai İslam âlimi de, ikisinin de yaşadığı ve aydınlanmaya giden yolu bulduğu Konya’da var olan aynı mistik ve mizahi felsefeden etkilenmiş gibi görünüyor.

İkisinin birbirini görmediğini söylemek yanlış olmaz. Yine de ikisi arasındaki benzerlik çarpıcıdır. İkisi de insan duyguları ve zayıflığını dramatize eder, ahlak, şefkatli adalet ve her şeyin içindeki koşulsuz ilahi aşk yoluyla maneviyatı öğretmek için araç olarak şiir ve nüktedan söyleyişleri kullanırlar. İkisi de hayatı derin ve basit bir şekilde severlerdi. Onları ölümsüz yapan da bu özellikleridir. Nasreddin Hoca bir insan gözlem uzmanıydı ve dünyayı bir sahne olarak kullandı. Espri anlayışına sahip sakin bir adam olarak, mesajlarını dinleyicilerde mutluluk yaratan bir çocuksuluk içinde vermeyi seçti, yine de ders, farkında olmadan alınıyordu.

Nasreddin Hoca’nın gerçekleri sinirle değil de kahkahayla anlatması dehasını ortaya koyar. Bu Komedi Tiyatrosu’nda bulunan bir tekniktir. İçgörülü söylemleri ve dinleyicileri eğlendirmek ve böylece büyülemek için abartılı şekilde anlatılan insan doğasına ait hikayeler vasıtasıyla ruhu bugüne aktarılabilmiştir. Belki de bu, onun varlığının, sözlerinin birçok durumda sürekli kullanımıyla Timurlenk’in karanlık döneminde bu kadar hissedilmesinin nedeni olabilir ve bu yüzden kimileri Nasreddin Hoca’nın bu zamanda doğmuş olabileceğini düşünüyor olabilir. Nasreddin Hoca’nın doğum tarihinin tartışmalı olduğunu tekrar hatırlatayım.

Pozitif düşünceyi, alçak gönüllülüğü ve baskısız inancı öğretmek için eğlendirici dramatizasyon şeklini kullanan hikâyelerinden alıntılar yapacağım. Bu deyişler, onun kişiliğinin ve inancı öğretişinin ve tam tersi gibi gözükse bile İlah’a güveninin özüdür.

İlk hikâye şöyledir:

- Hoca’nın bir eşeği vardı ve onu iyi beslerdi. Yine de şanssız bir günde eşek kaçtı. Hoca yeni bir eşek alamıyordu ama yine de onu gören köylülere göre mutlu görünüyordu. “Allaha şükür” diye tekrarlayıp duruyordu. “Eşeğin kaçtı, niye Allah’a teşekkür ediyorsun?” diye sordu köylüler. “Kaçtığında üzerinde değildim. O yüzden güvendeyim, eğer kaçtığında ben de üzerinde olsaydım ikimiz de kayıp olacaktık” diye cevap verdi Nasreddin hoca – Bu komik bir şekilde anlatılan hikaye, Nasreddin Hoca’nın hayattaki önemli dersleri hep pozitif taraftan bakarak öğretme tarzının tipik bir örneğidir. İslam’ın günlük hayatta gerçek öğretisi budur işte.

Başka bir hikâyede:

- Hoca ara sıra doğaüstü güçleri olduğuyla övünürdü. İnsanlar kanıtlamasını istediler. Ve dağı kendisine çağırmasını istediler. “Ey dağ!” diye bağırdı Hoca. “Bana gel”. Bir şey olmadı. Tekrar ve tekrar bağırdı. Sonunda, dağa doğru yürümeye başladı, adamlardan biri sordu: Nereye gidiyorsun? Hoca cevap verdi: Ben inatçı ve bencil bir adam değilim. Eğer dağ bana gelmiyorsa, ben dağa giderim” – Bu hikâyede Nasreddin Hoca, kişinin kendi sınırlarını bilmesi gerektiğini, alçak gönüllülüğü ve işler yolunda gitmediğinde anlaşmanın gerekliliğini anlatır. Bu yine, İslam’ı günlük sorunlar ve engelleri aşmanın en iyi yolu olarak öğretmektir.

Son hikâye birlikteliği getirecek bariz sadeliğin gücünü gösteren bugün mükemmel dinlerarası diyalog olarak adlandırılacak olan ya da insan kusurlarını mizahi biçimde gösteren Fransız şair-komedyen Moliere’i (1622-1673) de akla getiren ahlakçı tiyatroyu gösteriyor.

- Zamanın birinde üç eğitimli Hıristiyan papaz, Türkiye’nin en hikmetli adamıyla tartışma ümitleriyle Türkiye’ye gittiler. Böylece, Nasreddin Hoca papazlarla görüşmesi için Sultan’ın sarayına çağrıldı.

Papazların ziyaretlerinin amacı söylendiğinde, Hoca kendine güvenli bir şekilde, bırakın sorsunlar dedi.

İlk papaz yaklaştı ve sordu: Bayım, dünyanın merkezi neresidir?

Hoca cevapladı: “Tam şu anda benim eşeğimin sağ ayağının altıdır.”

- Nasıl kanıtlayacaksınız? Diye sordu Papaz.

- Bana inanmıyorsan dünyayı ölç ve gör, dedi Hoca.

İlk papaz verecek cevap bulamadı ve ikinci papaz çıkıp sordu:

-Gökyüzünde kaç yıldız var?

-Eşeğimdeki kıllar kadar, diye cevapladı Hoca.

-Nasıl kanıtlayacaksınız?

-İnanmıyorsan, say. Diye yanıtladı Hoca.

- Biri nasıl eşekteki tüm kılları sayabilir ki? Diye itiraz etti papaz.

- gökyüzündeki yıldızları sayabileceği kadar kolay sayar, diye cevapladı Hoca.

İkinci papaz da büyük bir şaşkınlıkla geri çekildi ve üçüncü papaz sordu: - Sakalımda kaç kıl var?

- Eşeğimin kuyruğundaki kadar, diye cevapladı Hoca.

-Nasıl kanıtlayacaksın? Diye sordu papaz.

- Bu kolay, dedi Hoca, senin sakalın ve benim eşeğimin kuyruğundaki kılları teker teker yolarız ve rahatça sayarız dedi.

Üçüncü papaz da, Hoca’nın fikrine cevap veremeyecek bir şekilde, şok halinde geri çekildi.

Üç papaz da yenildiklerini kabul ettiler ve İslam’a döndüler.”-

Nasreddin Hoca, mesajını eğlenceli bir şekilde iletmiş olabilir, ama o halk için gösteriler yapan klasik geleneksel eğlendiricilerden değildi. Yine de, hayatın içindeki tüm felsefesi ve bilge söyleyişleri onu ahlakçı bir eğlendirici yapıyor.

Parlak teatral konuşma ve onun ahlaki değerleri getirmedeki yetisini anlayarak İslam’ı öğretmede yeni bir boyut açtı. Bu tür sanatsal bilgelik, dinler için güçlü bir eğitim aracı olabilir. Bu, birçok tasavvufi tarikatta bulunan bir mistik öğretidir.

Bugün, birçok sanatçı Nasreddin Hoca’nın hikâyelerini müzik, sinema ve tiyatroda kullanıyor. Bu, kişinin, kişisel gelişim yönünde attığı bir adım olarak kendine gülme yetisini kullanan ahlaki mesajlar veren sağlıklı bir eğlence biçimidir. Bu sebeple de, dini ve ahlaki davranışla gayet uyumludur. Tasavvuf sadece sözlerle öğretilemez. Tasavvufun hikmeti yukarıdaki Nasreddin Hoca hikâyelerinde ya da şiir, müzik, dans hareketleri ve zikirlerde görülebilir.

Geleneksel Müslümanlar, öldükten sonra Tanrı’yı görmeyi ümit ederler. Ama gerçek bir tasavvuf ehli, Tanrı’yı dünyada, kendi kalbinin saflığında görür. Tasavvuf, duygulardaki dramadır: etrafını saran her şeye karşı duyulan yoğun bir sevgi vasıtasıyla ruhun sarhoşluğunda ifade edilen bir duygudur. Çünkü Tanrı Sevgi’dir ve her şeydedir.

Mistisizm, Maneviyatın dramatik bir formudur çünkü Ruh’u dünyevi bağlarından Tanrı-Sevgi arınmasına yükseltir ve sonra tekrar hayata dâhil eder. Mevlana Celaleddin Rumi, tüm tanımları reddeden ve ruhun derinliklerinde hissedilen sevginin yoğunluğuna sahip olan mistik şiirin Üstadıdır. Şiirleri, Tanrı ile iletişimdeki Ruh’un sonsuz coşkusu için tasavvufi müzikle ilişkilidir.

Mevlana Celaleddin Rumi dünyanın en büyük mistiği olarak düşünülür. 13. Yüzyılda 1207 civarında (tarih tartışmalıdır) Belh’te (şimdiki Afganistan) doğdu ve Konya’da yaşayıp öldü. (şimdiki Türkiye). Nasreddin Hoca gibi o da İslami ilahiyatla ilgilenen bir ailede doğdu. Ama Nasreddin Hoca’nın tersine, İslami bilimler ve hukuk konusunda çok iyi bir eğitim aldı. O çok itibarlı ve saygı duyulan bir Müslüman Âlimdi.

Mevlana Celaleddin Rumi (Rumi adı, onun Anadolu’da Selçuklular zamanında yaşadığını gösteriyor), hayatını üretken şiir/düzyazı dünyasına katkıda bulunan yoğun bir duygusal durumda yaşadı. Bize mirası 6 ciltlik “Mesnevi” olarak adlandırılan, Mevlana Celaleddin Rumi’nin büyük çalışmasıdır. Mistik tecrübeleri birbirine şiir ya da düyazı ile bağlanan hikaye formunda ifade edilir. İki kitap toplam 75,000 mısra içerir. Mistik lirizmin en saf halidir.

Mevlana Celaleddin Rumi bizim bildiğimiz şairlerden değildi. Fikrini şiirsel bir forma sokuyordu çünkü öyle daha iyi hatırlanacağını ve okumanın daha keyifli olduğunu düşünüyordu. Aynı zamanda, fikrini esnek olmayan bir ritim ve ölçüyle kısıtlamadı. Kafiyesi, tüketen bir aşkın kargaşasın yoğunluğu ile yazılmıştır. Bu aşk kendi içindeki aşk, Allah aşkıdır. Drama, Mevlana Celaleddin’de hep vardı, güzellik, adalet, şefkat ve hoşgörünün en saf ifadesi olan şefkatli bir sevginin içine çekilen bir drama. Rasyonelliğin tam tersi. Öner Önder’in “Mevlana, Mevlevi Düzen ve Mevlana Müzesi” adlı kitabından alınan deyişlerine de yansır: Alıntı: -“Akıl aşkın ifadesinde güçsüzdür. Aşk tek başına Sevginin ve Sevgili olmanın gerçeğini açığa çıkarmak için yeterlidir.”

Şöyle devam eder: - “Ritimleri düşünüyorum, Sevgili bana yüzümden başkasını düşünme derken… ey kafiye arayanım. Sen benim kafiyemsin… Bir harfte seni bu kadar çok tasalandıran nedir? Bir harf nedir ki? Bağın etrafındaki hayaldir. Harfi, sesi ve kelimeyi kaldır… Seninle bu üçü olmadan konuşmama izin ver” –

Mevlana Celaleddin Rumi, , akla geniş yer veren düşünürlerin kalıplarına girmeyen Mistik bir filozoftur. Rumi, sınırsız sevgi ve hoşgörü, kalbinin kusursuz iyiliği ile oluşturulan duygularla yanıp kül olmuştu. Olağanüstü pozitif bir mantığa sahip iken, duygusuz zekaya güvenmiyordu, Mesnevi’sinin 4. Kitabındaki kelimelerine yansıdığı gibi:

- “Akıllılığını sat ve şaşkınlık satın al; Akıllılık sadece fikirdir. Şaşkınlık sezgidir”- ve

- “Daha az bilgi ile donatılsaydı keşke! O zaman ilham olunan bilgiyi babasından almayı kabul ederdi. İlham geldiğinde, kitaptan öğrenmeye çalışırsın, kalbin, ilham almış gibi, seni serzenişle doldurur. Geleneksel bilgi, ilham elinin altındayken, yakında su varken toprakla abdest almak gibidir. Kendini cahilleştir, itaatkâr ol ve o zaman cehaletinden arınacaksın.”-

Mevlana eğitimli bir âlimdi, yine de Konya’da tasavvuf ehli Şems-il Tebriz ile 1244’de karşılaştığında, Mevlana onun mütevazı bir öğrencisi oldu. Şems, saf bir tasavvuf ehli idi, Şeyhlik, millet ya da ülke seçmedi. Aynı zamanda “Şems el-Din-Perinde”, yani “dinin uçan güneşi” olarak da bilinirdi. Şems, Mevlana Celaleddin Rumi’nin, Şems olmadan var olmayacak olan, kendi içindeki mistik derinliğini uyandırdı. Bu şiirlerinden birinde kayda alınmıştır:

- Hiçbir şey kendiliğinden bir şey olmaz

Hiçbir demir kendi başına kılıç olmaz

Rumi’nin ruhsal Mesnevisi de doğamazdı

Şems –il Tebrizi’nin kölesi olmasaydı-

Birkaç yıllık mutlulukla, Mevlana Celaleddin, Mevlana’nın öğrencileri-takipçilerince sevilmeyen ustası Şems’den öğreniyordu. Bir gün, Şems Mevlana Celaleddin Rumi’nin hayatından bir anda tamamen kayboldu. Şems’in kaybı Rumi için o kadar trajik bir acıydı ki, Rumi’nin taklidi mümkün olmayan mistik şiirini üreten bir insana karşı hissedilebilecek sevgilerin tüm boyutlarından geçti. Şems veya onun ruhunu arayışı sırasında ümitsizliğin dibine vurduğunda, İlahi gerçeğin özü en sonunda ona vurduğunda, Şems’i kendi içinde buldu ve şunları ifade etti: -“Madem ben oyum, neden onu arıyorum. Ben aynı oyum ve kendi özümden konuşacağım. Şeyhini bildiğinde, Allah’ı perdeler olmadan bilirsin”.——(Veled s.61-62).

Bu açığa çıkış, onu insan ile İlahi olan arasındaki ilişkiyi anlamaya daha da yaklaştırdı. İnsanlar birçok vücuda ayrılırlar ama bir Ruh’ta bütünleşirler. Ondan sonra, İlahi Aşkı tüm biçimlerinde yaşadı ve kalp ve Ruh’un duygularının dilinde, sanat biçimi olarak ifade edildi. Bu şekilde, şiir, müzik ve dans hareketleri (Dönen Dervişler’in yaptığı gibi), sonsuzun keşfi ve İlahi aşkın güzelliğinin aracı haline geldi. Bunlar 700 yıl önce, şu anda bile varlığını koruyan “Mevlevi Tasavvufi Tarikatının” temelleridir.

Hala da sufi mistiklerinin maneviyatı üzerinde güçlü bir etkisi vardır. Ve bilimdeki güncel gelişmeleri anlamaya bile yardımcı olmaktadır.

- Mevlana Celaleddin Rumi’nin öğretilerine göre, insan Ruh (öz, enerji, hareket, sema); Akıl (bilgelik, zekâ…) ve Sevgi (duygular, şiir, müzik…)’den oluşan bir üçgendir. Bu üç bileşeni birbirine sıkıca bağlı bir şekilde bulmak mümkün değildir, düşünce ve anlamda, teori ve pratikte, diğer düşünce sistemlerinde birbirlerini tamamlarlar! “ – Alıntı: (Dostluk Mesajı, Dr. Celaleddin Bakır Çelebi).

Bu anlayış Mevlevi düşünce okulunu ve Sema adı verilen ve “Dönen Dervişler” olarak andığımız kişilerce yapılan mistik dönüş dans hareketlerini yarattı.

Gerçek tasavvuf müziği, hislerin zevki için değildir. O müzik, yoğun iç odaklanma, yoğunlaşma ve kendini geliştirmek adına kendini disipline etme, daha saf bir kalp içindir. Dış bilginin değil, ilahi ilhamın müziğidir. Bu yüzden de enstrümanlar az ve basittir. Mevlana Celaleddin Rumi, müziğin manevi aşkı yaşayanların dili ve flütün(ney) notalarını içermesinin sebebinin, yağmurun gül bahçesini beslemesi gibi, flütün de kalbi beslemesi olduğunu söyledi. Ney, onu üfleyenin Tanrı’nın gizeminin fısıltısı olması dolayısıyla önemlidir. Mevlevi müziğinde izin verilen diğer üç müzik aleti, ud, ziller ve davul. İnsan sesi de, yine aynı anlayış ile kullanıldığında, yani Kuran’ın sesini verdiğinde kullanılabilir. Semah(dönülen dans), içteki özü uyandıran müziği yaşayarak ya da Sema dönen kişilerin doğrularıyla yaşatılır. Kamış ney, tek ruhsal aydınlanmayı elde etme feryadı adına önemlidir.

Mesnevi’nin 3. kitabında, Mevlana Semanın Tanrı’yla ruhsal birleşmede bir araç olarak öneminden bahsediyor. Mevlana için, danstan daha çok bir ruhsal trans hali. Sema ile, Mevlana Celaleddin, modern bilim adamlarından asırlar önce, var olan her şeyin daimi bir hareket içinde evrimleştiğini anlamıştır. Bu anlayış, sonunda atomdaki elektron, proton ve nötronların döngüsünü keşfetmiştir.

Sema, dervişin, kendini Tanrı’nın büyüklüğüne ve mutlak gücüne teslim ederken evrenin mutlak merkezini belirtmek için kendi etrafında döndüğü kontrollü harekettir. Derviş kendi etrafında yavaşça dönerken kollarını açar ve sağ eli yukarıya, sol eli aşağıya bakar. Bu, “Tanrı’dan alır, insanlara veririz. Kendimiz bir şey sahiplenmeyiz, bizler bir ruh, bir imaj, bir kaptan fazlası değiliz” ifadesini simgeler. Dervişler kendi etraflarında, salonun etrafında üç defa, sanki dünyanın, yıldızların ve gezegenlerin güneşin etrafında döndüğü gibi dönerler. Semaın ilk turu, dervişlerin Mutlak olanın açığa çıkmış bilgisi sayesinde Tanrı’yı tanımalarını sembolize eder. İkinci tur, deneysel bilginin tanınması ve üçüncü tur Mutlak olanın anlaşılması ya da başarılmasını sembolize eder.

Bugün Türkiye’de, Dönen Dervişlerin Seması, turistlerce bir folklor gösterisi olarak düşünülüyor, ama Mevleviler ve tasavvuf ehli için, İlahi Hakikatler’e doğru mutlak mistisizminde orijinal etkisinin gücünün değişmeden kaldığı anlamına geliyor. Şiir ya da müzik ve dans gibi sanat formları Kuran’da yasaklanmamıştır, ama bugünün tutucu öğretmenleri tüm sanatsal ifadelerini uygunsuz görüyor. Çünkü insan hislerinin altında yatan gizemleri bilmiyorlar.

Mistisizm olmadan din, Tanrı’nın İlahi hakikatlerine sadece kısa bir bakıştır, çünkü din tek başına insanın İlahi olanı mükemmel olmayan bir şekilde anlamasıyla tehlikeye atılmaktan kurtulamaz. Aynı şekilde, akıl olmadan bilim de sonuçları açısından hatalı olur, aynen şu günlerde gezegenimizin hastalıklarıyla karşılaştığımızda gördüğümüz gibi.

Mevlana Celaleddin Rumi, hakiki sanat formlarının deruni dinlerin bütünleyici bir parçası olduklarını kanıtlamıştır. 1996’da UNESCO, bu yüce insana saygısını gösterdi ve bugün Mevlana Celaleddin Rumi’nin sözleri dünya barışı arayışında olan dinler arası hüsnüniyetin nihai hikmetidir.

, dünya barışını aramada dinler arası iyiliğin tek aklıdır.

- “Birleşin, buraya ayırmaya değil, birleşmeye geldik”

“Gel, Yine Gel!

Ne olursan ol, Yine Gel!

İster Kâfir ol, ister putperest ol, ister Mecusi,

İstersen yüz kere bozmuş ol tövbeni…

Yine gel! Bizim dergâhımız umutsuzluk kapısı değil; --

Sonuçta, Din ve Tiyatro günlük hayatın ötesinde olan olayları ve hisleri ifade etmek için aynı yolu kullanırlar: İnsanlar iyi ile kötü, yoğun haz ile mutsuzluk, ölüm ile yaşam, mutlak yok oluş ile yeniden doğumun gizemi arasında bocalar.