OSMANLI
VE İRAN TARİHİ
(History)
Copyrighted 1988 by Nadine Sultan d'Osman Han
Translated by Ayşe Hanım
Osmanlı geleneği ilk Turk
efsanesinin Osmanlı'nın liderliğiyle ilişkisi
olduğunu iddia eder. Bu efsane Turklerin Orta Asya'nın
dışına dişi bir bozkurt tarafından cıkarıldıklarını anlatır.
Yusuf bin Abdulhadi 17. yuzyıl'da yaptığı Silsilename denilen Osmanlı soy bilim calışmasında Turk hanedanlarını Adem ve Havva'dan başlatıp kadim nebi ve resullerle devam ettirip Osmanlılarla sonlandırır. Boylece gelenek Osmanlı soyunu Oğuz boylarına ismini veren Sam'ın oğullarından ve Nuh'un torunlarından biri olan Oğuz'a oradan da Adem ve Havva'ya kadar goturur. Oğuz'un torunları Altay ve Ural dağları dolaylarında gocebe bir yaşam surerek bir muddet Asya'da kaldılar. 6. yuzyılda Amuderya Nehri'nin doğusundaki Maveraunnehir'de ortaya cıktılar. Moğol steplerindeki Tu-kin insanlarının torunları olan bu Orta Asyalı gocebelerin bir kısmı 'guclu' anlamına gelen 'Turkler' olarak anılmaya başladı. Turkmenistan ve Kuzey İran'daki Batı Turkleri, Turkmenler veya bazen de Oğuzlar olarak adlandırıldılar. Oğuz Turkleri İran'ı fethedip Batı Asya boyunca ilerlerlerken guclu hanedanlar kurdular.
Oğuzlar 24 ana boya ayrılmıştır. Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar, Kaçarlar ve diğerleri bu boylardan gelmiştir. Bu boylardan en güçlüsü Oğuz Han (Bütün Oğuz boylarının lideri) tarafından kurulan ve M.S 985 yılında Buhara civarına yerleşen Kayı Boyu’dur. Oğuz Han Horasan’da hızla güçlenerek güçlü Oğuz Kayı boyunu tesis etti ki bu boy da sonradan Hazar Denizi’nin doğu, batı ve güneyini kapsayan Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun(10-13. yüzyıllar) temelini oluşturdu. Zamanla son büyük Oğuz Kayı imparatorluklarının doğrudan ataları oldular: Osmanlılar (Sultanlık: 1281-1922, Hilafet: 1517-1924) ve Kaçarlar (1786-1925)
Diğer bir güçlü Türk hanedanı olan Göktürk İmparatorluğu (552-744) döneminde Oğuz boyları İran’dan Amuderya bölgesine gönderilen mutasavvıf dervişler marifetiyle İslam’a girdiler. Onlar böylece İslam dininin savaşçıları (Gazi) oldular ve sadece onu korumakla kalmayıp dirilişine de katkıda bulundular.
Her ne kadar Kayı boyunun kurucusu ve Selçuk İmparatorluğu’nu tesis eden isim Oğuz Han olsa da, Tuğrul tarafından tesis edilen Iran hanedanının sonradan anılacağı gibi büyük Selçuklu Hanedanı’nın gerçek kurucusu Kuzey İran (bugünkü İran’ın tümü) ve Irak’ı hâkimiyeti altına alan Tuğrul Bey idi.(M.S 1038-1063) Selçuklular için dönüm noktası Suriye’den ayrılıp M.S 762 yılında Irak’ın Bağdat şehrine yerleşen Abbasi halifeleriydi. (750-1258)
Zayıflamış Abbasi Hilafet İmparatorluğu M.S 945’ten 1055’e kadar İranlı Şii Büveyhoğulları hanedanı tarafından yönetildi. Tuğrul Bey liderliğindeki Selçuklular Abbasi halifelerini Sünni İslam’ı muhafaza etmek için Şii Büveyhoğulları hanedanının elinden kurtardılar. Bu yardımın karşılığında Tuğrul Bey’in Abbasi halifesi Sultan el-Kaim tarafından tanınması istendi. Bu istek 1055’de yerine getirildi.
Abbasiler peygamber’in (s.a.v) amcalarından El Abbas’ın torunlarıydılar. Abbasi hilafeti ve Selçuklu hanedanı arasındaki akrabalık evliliklerle bilinçli bir şekilde sağlamlaştırıldı. Bu eylemleriyle Sultan Tuğrul bilmeden yüzyıllar sonraki Osmanlı halifeleri için Abbasi halifelerine oradan da peygambere (s.a.v) giden bir intikal zinciri yaratıyordu.
Tasavvufi dervişler Sultan Tuğrul’un hâkimiyeti altında Sünni Müslümanlar olarak takdir edildiler. Mistik tasavvuf Türkmenler arasında her zaman popüler olmuştu.
Selçuklular gelenek gereğince imparatorluğun yönetimini hanedanın tüm prensleri arasında paylaştırdı. Dolayısıyla sultan geniş eyaletleri aile mensuplarına verdi ve bu hareket imparatorluğun bölünmesini teşvik etti ve nihayetinde prenslerin kendi ordu ve yönetimlerini yaratmalarına yol açtı. Sonuç olarak imparatorluk üç ana bölgeye ayrıldı: İran, Suriye ve Anadolu. Büyük Selçuk ismiyle İran Selçuk İmparatorluğu’na atfedilmektedir.
Anadolu Selçukluları’nın kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’tır. Anadolu Selçukluları Bizans ve Haçlılar ile savaşmışlar ve 13. yüzyıl boyunca ilaveten Trabzon’da Rumlardan ve Ermenilerden toprak kazanmışlardır. I. Keykubat (1219-1237) zamanında güçlü Anadolu Selçukluları Anadolu’nun büyük bir bölümünü hâkimiyeti altına aldı. Onun hâkimiyeti altında yaşayanlar doğu ve batı ile canlı ticari faaliyetlere giriştiler.
Anadolu Selçukluları’nın Türk tarihinde yeri çok önemlidir çünkü zaman içinde hükümdarları onların varisi olan Osmanlı hanedanının yükselişi için bir enstrüman olmuşlardır. Osmanlılar Davud’un oğlu, Sultan Tuğrul’un yeğeni Alparslan vasıtasıyla Iran Büyük Selçukluları’nın soyundandırlar. Anadolu Selçukluları Alparslan tarafından öldürülen Kutalmış’ın babası Davud’un da torunlarıdırlar. İran Büyük Selçukluları’nın parçalanmasına rağmen Anadolu Selçukluları güçlerini korudular ve böylece Osmanlılar vasıtasıyla İran Büyük Selçukluları’nın devamlılığını sürdürmüş oldular. Osmanlıların yükselişi Selçuklu hanedanının sonuna kadar sadık kaldıkları Anadolu Selçukluları ile yan yana yavaşça gerçekleşti. Anadolu Selçukluları Hıristiyanlara ve Moğollara kaybettikleri topraklardan dolayı zayıflayıp en sonunda da tamamen çöktüğünde, Osmanlılar hakkıyla onların yerleri aldılar ve kendi hanedanlarını kurdular.
Kökenlerine baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir şans eseri olmaktan çok kalıtsal bir mirasa dayanan kurulu bir düzenin mantıki sonucu olduğunu fark ederiz.
Osmanlı İmparatorluğu kurucusu Sultan Osman Gazi (1281-1326) ile başlamış ve Sultan VI. Mehmet(1918-1922) ile bitmiştir. Hilafet Halife II. Abdülmecit ile iki yıl daha devam etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun önemi göz ardı edilemez. Birçok imparatorluk kurulmuş ve sonradan nispeten kısa bir süre içerisinde yok olmuştur; hâlbuki emsalsiz Osmanlı İmparatorluğu doğrudan intikalle 700 yıl devam etmiş ve onun kültürel nüfuzu bugün sadece Türkiye’de değil dünya çapında da hissedilmektedir. Onun çöküşü dünya çapında 21. yüzyıla uzanan feci siyasal kargaşalara yol açmıştır. Sürmekte olan modern savaşların vahşeti ve insanlığın temel değerlerinin ihmali insanlığın ve gezegenin hayatta kalmasını tehlikeye atacak korkunç sonuçlar doğuracaktır.
Osmanlı tarihi hakkında özellikle Sultan II. Abdülhamit’in son dönemlerindeki siyasal, kişisel ve ahlaki yaşamı üzerine olmak üzere birçok şey yazılıp çizilmiştir. Birçok yazar Sultan II. Abdülhamit’e onun bir lider olarak kusurlarından dolayı değil fakat tam tersine siyasal bir figür olarak onun istisnai meziyetlerinden dolayı çamur atmışlardır.
Avrupa’da yeni ihtirasların uyanmasıyla Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’nın yaklaşan 20. yüzyılda dünyanın efendisi olma rüyalarına bir engel teşkil etmişti. Bu yüzden batılı uluslar Osmanlı’ya karşı bir karalama kampanyası başlattılar ve gizli komplolar düzenlediler. Kader müdahale ettiğinde bütün bunlar meyvesini vermeye başlıyordu ve Osmanlı’nın sonu muhtemel olarak görülüyordu: Sultan II. Abdülhamit tahta çıktı. Onun kuşaktan kuşağa güçlü liderlerden tevarüs etmiş etkili ve yorulmaz liderliği imparatorluğun beklenen çöküşünü bir kesinlik olmaktan çıkardı. Yeni sultanın dinamik icra kabiliyeti onun dünya çapında dikkat çekmesine neden oldu –ve kaderini batılı güçlerin hafızasına kazıdı.
20. yüzyıla girilirken, batılı siyasal mercilerin gözünde Osmanlı ve İran toprakları acilen ilgilenilmesi gereken mücadele alanları haline gelmişti. Çelik bir iradeyle işleneni bozmak ve Osmanlı ve Kaçar hükümran saraylarının sorunlarına karşı kullanmak için batının önce onları “hasta” ilan etmeye ve böylece teşhis koyulan hastaları tedavi etmek için kendisini hekim olarak sunmaya ihtiyacı vardı. Envai çeşit plan ve hileyle bu hükümran saraylarının yöneticileri son duruşları ne kadar asil ve şanlı olsa da kurtulamayacakları alanlara çekildiler.
Batılı düşmanlar amaçlarına ulaşmak için önce hükümran saraylarının itibarlarını ayaklar altına almaya ihtiyaçları vardı. Adaletsizlik, zulüm ve keyfilik hikâyeleri bizzat hükümranların hakkında uyduruldu ve onların bu yaftalara tepkileri de yaralı bir insanın öfkesini gerektirdi. İnsanlar bu masalları bayıla bayıla dinlediler.
Bu insanlar İran’da benim büyük-büyük babam olan Nasrettin Şah’ı bir suikastla öldürdüler fakat savaştıkları düşmanın ölmüş kralları değil de yerini belirleyemeyecekleri ve nasıl karşı çıkacaklarını bilemedikleri daha karanlık güçler olduğunu çok geç anladılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hanedan ailesi mensuplarının kalleşçe eylemleri ordudaki bazı zümrelerin ihtirasıyla birleşti ve bütün bunlar benim büyük babam olan aziz Sultan II. Abdülhamit’e karşı bir suikast eylemiyle değil ama onun hapsedilip zamansız vefatıyla sonuçlandı. Bu durumda da insanlar kendi adlarına yapılanların farkına çok geç vardılar ve ülkeleri dellenmiş bir sahipsiz buzağı tarafından Türkiye’nin ne taraf olduğu ne de bir hissesi olduğu bir savaşa sokulup uçuruma doğru giderken kendi kaderleri için ağlayıp sızlamaktan başka bir şey yapamadılar.
21. yüzyıla girerken bugün Türkiye Cumhuriyeti ve İran olarak adlandırılan bu eski imparatorluklarda aynı şeyler tekrarlanıyor.
Osmanlı ve Kaçarların
Veraset Kaideleri
Feraseti olana,
Bir işaret bile yeter.
Gönülden dinlemeyene
Bin tarif de yetmez.
Hacı Bektaşi Veli
Osmanlı Padişah Veraseti
İmparatorluğun ilk dönemlerinde taht son hükümran sultandan (padişah) oğullarına geçiyordu ve en büyük oğul olması da gerekmiyordu. 1617 civarında veraset kanunu değişti: taht yaşça büyüklüğe göre son hükümran padişahın erkek kardeşine geçiyordu. Eğer yaşayan bir erkek kardeş yoksa taht öncelikle en yaşlı erkek kardeşin en büyük oğlu olmak üzere son hükümran padişahın yeğenlerine geçiyordu. Eğer bir padişahın erkek kardeşi padişah olmadan ölürse onun oğullarına veraset yolu kapanıyordu. Bu durum kılıç kuşanmadan (taç giymeden) ölen bütün sultanlar için geçerliydi: onun nesebi tahta çıkma hakkından mahrum oluyordu. Yeni kanun padişahın kendisi şehzade iken onun doğan çocuklarını da tahttan mahrum ediyordu. Padişahların yani büyük erkek kardeşlerin erkek kardeş veya yeğenlerinden hiç sağ olan yoksa yalnızca bu durumda padişah oğulları olmak koşuluyla kuzenler tahta çıkmaya hak kazanıyorlardı. Hiç bir durumda padişahın erkek kardeşinin veya padişahın yaşça büyük erkek kardeşinin yeğeni veya padişahın kendi oğulları söz konusu olduğunda hanedanın uzak bir hısımına veya yaşça büyük kuzene öncelik tanınmıyordu. Veraset sırasının öncelikleri titizlikle yukarıda özetlendiği gibi yaşa bakmaksızın belirlenmişti.
Gerçekte padişahın bütün öz oğulları şehzadeydiler bu yüzden onlar yaşça en büyük oğul ilk şehzade olmak üzere tahta çıkmak için ilk sıradaydılar. Bu adil bir sistemdi çünkü padişahın yaşça küçük oğlunu bir hükümranın torunu tarafından yerinden edilmesinden kurtarıyordu. İkinci sırada, ilk kuşaktan bir sağ erkek kardeş yoksa torunlar vardı –yani babaları padişah olabilme fırsatını yakalamış torunlar –ve taht yaşça en büyük erkek kardeşin yaşça en büyük oğluna geçmesi vb. gibi kıstaslar göz önüne alınarak babalarının yaşlarına bakılıp bu torunlara geçerdi. Üçüncü sırada, son padişahın yaşayan erkek kardeşi ve yaşça büyük erkek kardeşlerden yeğenleri (önceki padişahın torunları) yoksa son padişahın öz oğulları vardı çünkü yaşça küçük olan erkek kardeşin yaşayan yeğenleri yaşları ne olursa olsun tahta geçemezdi. Dördüncü ve son sırada, eğer son padişahın yaşayan erkek kardeşi veya yaşça büyük erkek kardeşlerinden yeğenleri veya kendi çocukları yoksa son padişah kuzenleri yer alır. Bununla beraber hak sahibi bu kuzenler daha önceki padişahın oğulları olmaları gerekiyordu. Hiç bir zaman yaşı ne olursa olsun kendisi bizzat bir padişahın oğlu olmayan bir padişah göremeyiz.
Yukarda taht veraset kaidelerine ilişkin yapılan açıklamalar aşağıdaki sayısal değerlerle de doğrulanır:
Doğrudan padişahtan yaşça en büyük (ailenin yaşça daha büyük mensubu değil!) oğullara: 15. Doğrudan padişahtan daha küçük oğullara (veya kardeşten kardeşe): 12. Doğrudan padişahtan yeğenlerine (oğulları olmadığında): 5. Bununla beraber bu yeğenlerin kendileri yukarıda izah edildiği gibi bir padişahın oğullarıdır. Doğrudan padişahtan kuzenlerine (oğullar ve yeğenler olmadığında): 2. Gene bu kuzenler önceki bir padişahın oğullarıydılar.
Yukarıda açıklandığı durumlar dışında taht asla hanedanın yaşça en büyük mensubuna (birçok yazar tarafından yanlış olarak ileri sürüldüğü gibi) geçmezdi. Bu durum sultanlığın son zamanlarında, padişah olmamış Sultan Murat’ın oğlu yaşça büyük Selahattin’in değil de padişah Abdülaziz’in oğlu olan II. Abdülmecit’in halife seçilmesiyle tasdik edilmiştir. Sultan Murat (II. Abdülhamit’in üvey kardeşi) kılıç kuşanmamıştı ve bu yüzden de ne padişah ne de halife olabilirdi. Dolayısıyla onun oğlu olan Selahattin ve onun soyu tahta geçemezdi. Yukarıda açıklananlara ilaveten, Selahattin babası şehzadeyken doğmuştu ve bu yüzden de tahta geçemezdi. Ayni durum padişah II. Abdülhamit’in yaşça en büyük oğlu Prens Mehmet Selim örneği için de söz konusuydu.
Bu yüzden de sürgündeki tek meşru şehzadeler padişah II. Abdülhamit’in oğullarıydı. 1973’te son kardeşi şehzade Abid’in ölümünden sonra babam bir padişahın yaşayan son oğlu olarak Selim bin Hamit Han Selim i rabi bin Hamit Han ve sürgündeki hilafetin koruyucusu oldu.
Burada kayda değer olan şu ki, kader bir padişahın son oğlu olarak son iki Oğuz boyundan gelen birini seçmişti: İslam’ın iki direği biri Sünni biri Şii olan Osmanlı ve Kaçar.
Kaçar veraseti
Kaçar veraset kaideleri Osmanlılarınkinden daha basitti. Taht doğrudan yasça büyük olma düzenine göre son Şah’ın oğullarına geçiyordu. Bununla beraber şehzadenin hem Şah’ın hem de bir Kaçar annenin oğlu olması gerekiyordu Bu yüzden benim büyük-büyük babam Nasrettin Şah’ın yaşça en büyük oğlu olan Prens-Vali Mesut Zill-i Sultan sadece annesi bir Kaçar prensesi olmadığı için daha az kabiliyetli olan üvey kardeşiyle yer değiştirdi. Bu durum muhtemelen Kaçar Hanedanı’nın çöküşünü hızlandırdı.
Mesut Zill-i Sultan’ın II. Abdülhamit döneminde Osmanlı sarayıyla yakın ilişkileri vardı. Mesut Zill-i Sultan’ı kendi hakkı olduğunu düşündüğü Iran tahtına geçme tutkusunu gerçekleştirmek için altıncı kızı olan Zell-os Soltaneh’i (sonradan Seniha Zill-i Sultan) Nasrettin Sah suikastından bir kaç yıl sonra müstakbel gelin olarak II. Abdülhamit’e vererek bir evlilik ittifakı yapmaya sevk etti. Maalesef padişah II. Abdülhamit’in kendi zorlukları ve nihayette 1909’da tahttan düşmesi Prens Mesut Zill-i Sultan’ın ihtiraslarını gerçekleştirmeye fırsat vermedi.