Konuşma &Yayın IQSA Konferansı 2004 için hazırlanmıştır: "Harem: Osmanlı ve Kaçar Saray’ındaki Hayat: Algı & Gerçek
Osmanlı
Harem’inin yapısı ve Sultan II. Abdulhamid Han’ın
Haremi’ndeki Hayata dair kişisel hatıralar.
(Ottoman Harem)
Copyrighted 2004 by Nadine Sultan d'Osman Han (Kaçar)
Translated by Ayşe Hanım
HAREM
Harem algılamalarının olduğu kadar haremdeki hayatın gerçeklikleri de farklı kültürel bağlamlarda değişir ve zaman içerisinde değişmiştir.
Hâkim kanaatin aksine Osmanlılar zamanındaki harem ne azgın arzuların mekânı ne de şehvet düşkünü sultanların zevkleri için acımasız harem ağaları tarafından gözetim altında tutulan zavallı kadınlar için bir hapishaneydi. Batinin bizzat kendi tecrübesine yabancı ve kendi geleneğinden farklı birçok müessese ile ilgili olduğu gibi İslami kültürdeki harem de batili akil için eş zamanlı olarak hem büyülenme ve cazibe hem de eleştiri ve aşağılama şeklinde ortaya çıkan ikili bir sorun teşkil etmiştir. Bu sorunlar büyük ölçüde bir taraftan harem gerçekliğinin yanlış anlaşılmasından diğer taraftan ise daha yakından bir araştırmanın gerçek imkânsızlığından kaynaklanmıştır ki bu iki durumda bizzat müessesenin doğası ile ve haremin ait olduğu dini, kültürel ve siyasal bağlamla yakından alakalıdır.
Harem ile ilgili yanlış anlamalar yalnızca bu müessesenin İslami hükümranlık altında neyi temsil ettiğinden değil ayni zamanda hükümranın haremi göz önüne alındığında müessesenin sakinlerinin bizzat ülkenin hükümranına nazaran sahip olduğu iktidarın görece konumunun ne olduğundan dolayı da külliyetlidir. Bunlara ilaveten kafa karışıklıkları bizzat haremin anlamından ve hükümranın hane halkını teşkil eden bu yüzden de eşler ve cariyelerden çok daha fazlasını kapsayan asıl sakinlerinin kimliklerinden ileri gelmektedir.
Batili gözlemcilerin bizzat kendilerinin bu yabancı fakat büyüleyici harem müessesesinde gördüklerini anlamlandırma teşebbüslerindeki ön yargılar öğrenildiğinde harem hakkındaki yanlış kavramlaştırmaların zaman zaman yeni ve beklenmedik dönüşler yaptığı görülecektir –Türk topraklarına gelen İtalyan ziyaretçi Luigi Olivero’nun yorumlarının örneklendirdiği gibi.
Haremsiz Türkiye kitabında Luigi Olivero şöyle der:
‘Kadınların özgürleşmesi sosyolojinin görüp göreceği insan aklının en canavarca, en anlamsız, en kendini yaralayıcı mefhumudur. Bu doğa tarafından bahşedilen mutlak üstünlüğün terk edilmesi sonucu ortaya çıkan ve tapındıkları doğaya bizden daha yakın olan atalarımızın asırlar boyunca saydığı ve muhafaza edilmesine sebep oldukları bir şeydir.
Müslümanların haremi bu olağanüstü erdemin putperest mabediydi… Harem bütün açılardan fason imalat bir insan, entelektüel ve biyolojik olarak daha alt düzeyde olan bir yaratık olan kadın üzerinde erkeğin üstünlüğünü devam ettirmesine ilave olarak kadını temel görevi olan demografik hissesiyle sınırlamaya sevk eden bir müesseseydi…
Harem sistemi zinayı neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. Emin olun bir düzine kadını olan bir erkek güvenli bir şekilde haremağası muhafızın kırbacıyla kısıtlanmış ve daima tetikte olan baş kadının kutsal sorumluluğunun altın anahtarıyla açılan kocaman kapılar ardında hapsedilmiş bizzat kendi hareminin kadınlarınca hiç bir şekilde yoldan çıkarılabileceğinin mümkün olmamasıyla birlikte muhtemelen başka kadınlara arzuyla bakmayacaktır. Dolayısıyla harem ahlakı teşvik etti ve o ahlakin bir müttefikiydi ve hiç bir kadın erkeği söz konusu olduğunda kıskançlıktan dolayı bir skandal yaratmayı düşünmedi bile çünkü erkek sayılarını arttırdıkça kadınları tarafından daha çok saygı görüyordu.
Harem kadını çılgınlık seviyesine gelebilen bir gayretle emek harcamaya teşvik edilen şirin duvarlar arkasında kapalı bir halde tuttu…Böylece hoş görülen bu çılgınlık ‘Kraliçe Arı’nın erkek olduğu bir arı kovanı endüstrisi gibi insan ve medeniyetin gerçek çıkarlarına adanmış bazıları diğerlerinden biraz daha büyük olan her bir evi bir fabrikaya çevirdi’.
Bu değerlendirme hareme aşağılayıcı bir gözle veya yanlış bir büyülenmeyle bakan diğerlerinin birçoğundan farklı olarak hem ilginç hem de açıklayıcıdır. Burada karşımıza çıkan ‘harem’ sözcüğünün tanımının Orient ve doğu tarafından tadı çıkarılan tartışmasız erkek üstünlüğü anlamına geldiğine dair abartılı batılı inançla birleşmiş takdir ve bağdaşmanın acayip bir karışımıdır.
Hükümranlardan bazılarının haremlerinin sakinlerinin bir kısmıyla keyfi bir şekilde ilgilenebilmiş olduklarına ve bazılarının kendilerine ilişkin arı kovanının ‘kraliçe arı’ tasavvurlarına sahip olabilmelerine rağmen özellikle benim konuşmamın konusunu teşkil eden Osmanlı haremlerinin asıl gerçekliklerinin yabancı gözlemcilerin pozitif ve negatif fantezileri ile uzaktan yakından alakası yoktu. Gelin şimdi bu gerçekliklere beraberce bir göz atalım.
Osmanlı Saraylarındaki Harem’in Fiziksel ve Siyasal Boyutları
Harem diye adlandırılan fiziki mekân Osmanlı sultanlarının ve zenginlerin konaklarında özellikle hane halkının kadın ve çocuklarına ayrılan ve onlara günlük işleri ve aile hayatları için rahat bir mekan sağlayan dairelerden müteşekkildi.
Harem ana bir bina veya bahçe ve yüksek duvarlarla çevrili birçok açık avlunun yer aldığı bir dizi ayrı binalar içinde yer alan muhtelif daire ve odalar seklinde olabilirdi. Bu yüzden harem tek bir birleşik bina değil kadınların mahremiyetlerinin tadını çıkardıkları bir topluluktu. Haremin boyutu ve binaların sayısı haremin nüfusuna ve sahibinin servetine bağlıydı.
Osmanlı sultanlarının haremi dışarıdaki dünyanın siyaseti üzerine çoğu kez birinin kavrayabileceğinden kapsamlı bir etkiye sahip yüzlerce kadından oluşan müstakil bir topluluktu. Haremin sakinleri sultanların anneleri, eşler, gözdeler, kız kardeşler, halalar, büyükanneler, yeğenler ve diğer birçok akrabalara ilaveten akraba çocukları, personel ve hizmetçilerdi.
Osmanlı sultanlarının haremi güçlü bir devlet içinde devletti ve bu yüzden de sultanın dış dünyadaki iktidarına benzer bir yapısı vardı. Harem herhangi bir devletin sahip olacağı kadar katı düzenlemeleriyle inziva duvarlarının ardındaki bir siyasal iktidar dünyasıydı.
Kadim gelenekle uyumlu olarak haremi ‘Valide Sultan veya Sultan’ unvanıyla sultanın annesi tam ve ayrıcalıklı otoritesiyle yönetiyordu. Peygamberin ‘Cennet anaların ayakları altındadır’ düsturunu önemseyen valide sultanın oğlu sultan bile haremle ilgili bütün işlerde annesinin otoritesine saygı gösterirdi.
Anneye hürmet hane halkı hiyerarşisinde hükümranın annesinin konumu söz konusu olduğunda bütün kadim toplumların ve özellikle Osmanlı ve Kaçar hanedanlarının bir özelliğiydi. Ancak anneye hürmet sadece bu geleneklere mahsus değildi ve çocuğun anneye hürmet ve yakınlık göstermesi yönünde nasihat edildiği eski bir Mısır belgesi olan Boulak Papirüsü’nün şu bölümünde olduğu gibi kadim ve kutsanmış bir silsileye sahipti:
‘Anneni asla ihmal etmeyeceksin… Çünkü o seni göğsünün altında ağır bir yük olarak uzun bir süre taşıdı ve aylar geçtikten sonra seni doğurdu. Üç uzun yıl seni omzunda taşıdı ve memesini ağzına verdi. Seni besleyip büyüttü ve senin kirliliğinden yüksünmedi. Ve sen okula başlayıp derslerini aldığında her gün öğretmeninin yanında evden getirdiği ekmek ve birayla hazır bekledi’.
Valide sultan teoride haremdeki kadınlardan sorumlu kızlar ağasından yardim görüyordu fakat aslında o valide sultanin isteklerini sultana ileten bas vekillik görevini icra ediyordu. Kızlar ağası çok geniş olan yetkilerinin keyfini sürmekteydi ve harem ile dış dünya arasında çok itibarlı bir bağlantıydı. Valide sultanla yaptığı istişare sonucunda kızlar ağası muhtelif kişileri hem saray içinde hem de dışında yüksek mevkilere atayabilirdi.
Valide Sultan’ın emrinde görevlerini karmaşık bir hiyerarşik düzende icra eden muhtelif yaslardaki 100’den fazla kadından oluşan geniş bir personel vardı. Haremin esas idaresinin sorumluluğu Kâhya unvanına sahip ‘Baş idareci’ ve Haznedar Usta unvanına sahip ‘Baş hazineci’ tarafından paylaşılmaktaydı. Haremin mali meseleleri ciddi bir sorumluluktu çünkü sultanlardan en düşük kölelere kadar bütün kadınlara maaş ve mülkler tahsis edilmişti. Bunlar kadınların mertebelerine göre ayarlanırdı. Hepsi de mali durumları üzerinde tam bir kontrole sahipti. Bu yüzden haznedar usta onlar için bir çeşit banker ve yatırım danışmanıydı. Bu görevlerde haznedar ustanın emrinde ikinci ve üçüncü haznedarlar vardı.
Ardından sayıları yaklaşık bir düzine olan ve dört mertebeye ayrılmış Kalfalar denen üst düzey hizmetçiler gelmektedir. Bu kalfalar baş kâtibe, baş mühürcü, kaftancı başı hanım ve benzerleridir. Bunların Halayıklar denen ve yaşları on iki ve daha büyük olan daha alt seviyedeki hizmetçileri vardır. Her kalfanın genellikle altı halayığı vardır. Bu kızlar hizmetini gördükleri kalfaların unvanlarını taşıyorlardı. Örneğin bas kâtibeye hizmet eden halayık kızlar daha alt seviyedeki kâtibeler olarak bilinirlerdi. Bu konumlar ciddi anlamda saygın konumlardı ve harem eğitiminin tüm kısımlarında asama aşama ilerlemiş ancak sultanın gözdesi veya karsı (Kadın) olma şansını bulamamış kadınlar tarafından doldurulurdu.
Hizmet edenler anlamına gelen ve Cariye olarak adlandırılan, hiçbirisinin Müslüman ve Türk olmadığı 7 yaş civarı köleler hareme getirildiğinde bunların alımlı olanlarına Türkçe, Kuran, saray adabı muaşereti, okuma ve yazma hatta isterlerse yabancı dillerin yanı sıra şarkı söylemek, müzik aleti çalmak ve dans etmek öğretilirdi. Muhtelif el sanatları da bu eğitim programının bir parçasıydı. Tüm Osmanlı saray haremlerinde okuma yazma öğretmek ve maharetler kazandırmak için okullar vardı. Her bir kız kendilerine bir çeşit anne gibi davranan bir kalfa ya da diğer üst düzey hizmetçilerin himayesine verilirdi ve bu yüzden de aralarında ciddi bir yakınlık oluşurdu. Sıkı bir eğitimin ardından bu kızlar valide sultanin huzuruna çıkar ve ancak bundan sonra sultan eğlenmek istediğinde ona takdim edilmek üzere seçilirlerdi.
Valide sultandan sonra en önemli kadınlar Kadınlar veya Kadinefendiler olarak adlandırılan sultanın eşleridir. Kadınlar sultanla resmen evli olmamalarına rağmen aynen resmi eşler gibi saygı görüyorlardı. Onların konumlarının önem ve namlarıyla doğru orantılı olarak bizzat kendilerine ait daireleri, nedimeleri, köleleri, mücevherleri, elbiseleri ve maaşları vardı.
Sultanların genelde kendilerine bir erkek evlat veren dört eşi vardı. Sultan ve kadınlarının her birinin emrinde devamlı personele ilaveten acil ihtiyaçları için dörder tane de kalfa vardı. Bazen sultanin yıkanmasına ve giydirilmesine eslik eden bu hizmetçi kadınlar Gedikli olarak adlandırılmıştır.
İkballer sultanın zaman zaman onurlandırdığı gözdelerdi. Ama bunların birisi çocuk doğurduğunda Haseki rütbesine yükseltilip gereğine uygun bir şekilde kendilerine ait daireler ve hizmetkârlarla ödüllendirilirlerdi. Eğer çocuk erkekse Kadınlar rütbesine çıkabilirlerdi. Her kadın makam atlamak isterdi fakat nihai amaç baş kadın olmak değil bir sonraki valide sultan olmaktı. Bu ihtiras harem içinde olduğu kadar devlet kademelerinde de entrikaları, dedikoduları ve cinayetleri tetiklemiştir. Haremdeki hanımlar amaçlarına ulaşmak için çoğunlukla bas vezirler ve diğer yüksek rütbeli devlet görevlileriyle evli olan padişah kızlarından yardım isteyebilirlerdi. Bu adamlar harem dedikodusunun ne kadar ölümcül olabileceğini çok iyi bildiklerinden asla karılarının isteklerini geri çevirmezlerdi. Muktedir ve muhteris bir valide sultanın nihai amacı bütün bir imparatorluğu çok genç ve uysal bir erkek evlat vasıtasıyla yönetmekti. Kanuni Sultan Süleyman’ın (Muhteşem) gözdesi Roxelana (Hürrem) hikâyesi örneğinde olduğu gibi bu amaca bazen yıkıcı sonuçlarıyla beraber ulaşılmıştır.
Osmanlı haremi dönemin kadınları için finansal güvenlik ve bazıları için muazzam bir iktidar sağlayan bir fırsatlar dünyasıydı. Sultanin karısı veya gözdesi olamayanlar kabiliyetleri doğrultusunda sadece Sultan’ın hareminde değil sultanın kızları ve kız kardeşlerinin saraylarında da çeşitli mevkiler elde ediyorlardı. Ayrıca sultan gözde ve cariyelerinin bazılarını devlet görevlileriyle evlendirirdi ve bu kızlar son derece iyi yetiştirilip eğitildiklerinden ve külliyetli miktarda çeyize sahip olduklarından onlarla evlenenler için büyük bir onurdu. Bu kızlar evlendikten sonra bile ne zaman isterlerse saray haremini ziyaret edebilirler ve kocaları için genelde geri çevrilmeyen iltimaslar talep ederlerdi.
Şehzadelerin eşleri ve gözdeleri de sultanın hareminden seçilirdi. Osmanlı sarayındaki kölelerin imtiyazlarından özellikle birisi de herhangi bir kölenin yedi yıl hizmetten sonra azad edilmesini isteyebilmesiydi. Onlar bir miktar para ve ev verilerek özgür bırakılırlardı. Kölelerin birçoğu haremdeki istikrar ve güvenliği tercih ettiklerinden ancak çok az bir kısmı bu avantajı kullanmıştır.
Valide sultan dışında yalnızca sultanin kızları ve kız kardeşleri sultan unvanını alırlardı. Onlara haremin diğer mensuplarından çok daha fazla serbestiyet verilmiş ve harem ağası muhafızları eşliğinde at arabalarıyla şehre gitmelerine müsaade edilmiştir. Evlilikleri gösterişli şenliklerle kutlanır ve sultan onlara isimlerinin verildiği bir saray hediye edebilirdi. Hepsi de müzik, sanat, edebiyat, dil ve doğal olarak Kur’an eğitimi almış olan bu sultanlar büyükelçilerin ve yabancı ricalin eşlerini cömertçe ağırlamışlar ve onların ziyaretlerine mukabelede bulunmuşlardır. Bu sultanlar erkek kardeşlerini, yeğenlerini ve kuzenlerini de ağırlarlardı.
Sultanların kocalarının uyması gereken kati kurallar vardı. Bir sultanın kocası eşine sadakatsizlik gösteremez ve gözdelere veya diğer eşlere sahip olmasına izin verilmezdi. Bir Osmanlı Sultanı’nın (sultanın kızları ve kız kardeşleri) meskenindeki harem hizmetkârlarıyla birlikte tam anlamıyla onun kişisel dairesiydi ve kocasının dairelerinden ayrıydı. Sultan’ın hareminde kocası için gözdeler bulunamazdı çünkü o tek eşli olarak yaşamak zorundaydı aksi halde ölüm dâhil olmak üzere korkunç bir akıbeti olabilirdi.
Sultan’ın saray hareminin onun meskeninin mahrem bölümü olduğu göz önüne alındığında kız ve erkek bütün çocukları doğal olarak orada yaşıyorlardı. Sultan’ın oğulları on ya da onbir yaşına kadar annelerinin hareminde kalırlardı. Haremde sultanın oğulları için özel bir okul vardı ve burada sultan tarafından atanmış olan ve hoca denilen bir eğitmen tarafından şehzadelere beş yaş civarında ilk eğitimleri verilirdi. Haremağaları tarafından yakından korunan hoca hareme her gün gelirdi. Dairesi tam da okulun altında olan harem ağası şehzadelerin eğitimini gözetleyip denetlerdi.
Şehzadelere on yaşlarında lala pasa denilen bir harem ağası dâhil olmak üzere tam tekmil bir mesken verilebilirdi. Şehzadenin dairesi genellikle saray içerisindeydi ve o saray haremi okulunda en seçkin ulemaların danışmanlığında eğitimine devam ederdi. Erken devirlerde bu resmi eğitimin ardından şehzadeler maiyetiyle birlikte Manisa’ya vali olarak gönderilir ve orada devlet adamlığı eğitimi alırlardı.
Sultan’ın hareminin becerikli bir başhemşire (Kalfa Nine) ve ebeler tarafından yönetilen bir hastanesi de vardı. Ciddi bir hastalık durumunda saraydan bir doktora hareme girme izni verildiğinde doktor iki sıra harem ağası tarafından eşlik edilirdi ve daha sonra doktorun hastasını muayene etmesi için ayrılırlardı. Hastanın doktor tarafından muayenesinin takdiri doktorun rahatsızlığın gerektirdiği en uygun hükmüne bırakılırdı. Hastane, hasta, hemşireler ve personeli içine alan bizzat kendi başına bir birimdi. Hastaların özel bir diyet ile özel bir temizliğe ihtiyacı olduğunun farkına varıldığından hastanenin kendi çamaşır yıkama tesisleri ve mutfağı bile vardı. Hastane binaları temiz hava için bir avluya açılıyorlardı. Sultanin eşlerinden, kızlarından, kız kardeşlerinden veya kadınlardan biri hastalandığında sultanin bas şahsi doktoru tarafından bizzat kendi dairelerinde muayene edilirlerdi.
Münasip bir haremin çay ve basit tatlılar yapılan yerler hariç bir mutfağı yoktu. Tüm yemekler saray görevlilerince devasa saray mutfaklarında hazırlanırdı. Yemekler kime götürülüyorsa -sultanlar, kadınlar, kalfalar ya da diğerleri- kışın ona göre kalın ve farklı renklerde örtülerle kaplı tepsilerle servis edilirdi.
Bu tepsileri getirenlere Tablacılar denilirdi ve onlar ağırca yüklenmiş tepsilerini haremin mermer zeminli holündeki uzun masalara koyarlardı. Tablacılar gittiğinde bir harem ağası görevli hizmetçi kıza haber verirdi. Her tepsi önlerinde amirleri olmak üzere üç kız tarafından şehzade veya sultanların dairelerine taşınırdı. Tepsiler hanımlarına ya da efendilerine yapılacak servisi denetleyen kalfalar tarafından taşınırdı. Kalfalara giden tepsiler daha düşük mevkideki kilerciler denilen kızlar tarafından denetlenen kızlar tarafından servis edilirdi.
Osmanlı hareminin birçok muayyen vazife için bir çok personel gerektiren çok karmaşık bir protokol sistemi vardı. Sultanların orkestralarında icra eden kızların bile dâhili ve idari baska görevleri vardı. Bu kızlar profesyonel müzisyenlerdi ve sultanın veya şehzadelerin orkestralarındaki erkek emsalleriyle eşitlerdi.
Kadınlar ve ikballer de boş durmuyorlardı. Onlar çocuklarına verilen eğitimi denetliyorlar, oğullarının tahta çıkması için komplolar kuruyorlar ve bu yüzden de dış dünyadaki siyasetten haberdar oldukları ölçüde kudretli devlet görevlileriyle diplomatik ittifakların yollarını da arıyorlardı. Onlar kendilerini Kur’an, gazeteler, edebi yapıtlar ve tarih kitapları okuyarak eğitiyorlardı, müzik çalıyorlardı veya nakış işliyorlardı ve hanım misafirleri ağırlıyorlardı. At arabalarıyla gezmeye çıkıyorlar veya kayık denilen şatafatlı küçük tekneleriyle boğazın keyfini çıkarıyorlardı. Birçok sosyal oyunlar da oynuyorlardı.
Doğal olarak sultanlar ve yüksek rütbeli hanımlar harem personelinden daha fazla özgürlüğe sahiptiler. Güvenlikleri için harem ağaları tarafından korunan bu hanımlar ne zaman isterlerse dışarıya alışverişe gidebiliyorlardı. Eğer sultanlar alışverişlerini hizmetkârlarını göndererek yapma yerine dışarıda yapmak isterlerse diğer bütün camilerde olduğu gibi sultan ve hanedan ailesi için odalar ayrılmış olan Nuruosmaniye Camii gibi camilerin birinde tüccarlarla görüşmeler ayarlayıp alışverişlerini yapıyorlardı.
Sultan’ın kızları ve kız kardeşlerinin pazara gitmesine izin veriliyordu ancak onlar bunun uygun bir şey olmadığını düşünüyorlardı bu yüzden de tüccarlarla görüşmeler ayarlayarak yukarıda bahsedildiği üzere cami gibi özel mekânlarda malları görmeyi tercih ediyorlardı. Kalfaların dilediklerinde pazara gitmelerine müsaade ediliyordu. Zaman zaman haremdeki hizmetçi kızlar için turlar da düzenleniyordu, bazen de bunların küçük bir kısmı sultanlarına piknik ve diğer gezilerde daima eşlik etme imtiyazına sahiptiler.
Bir şehzadenin eş veya gözdeleri diğer şehzadelerin hazır bulunduğu hanım sultanların sarayına davet edilmedikleri sürece sosyalleşemez ve diğer bir şehzadeyle tanıştırılmazlardı. Sultanın eş ve gözdeleri baş harem ağası ve çağrıldıklarında yirmi dört saat göreve hazır olan Musahip harem ağalar hariç harem ağalarını görmezlerdi. Musahipler iyi okurdular ve gayet bilgiliydiler. Onlar harem dâhil olmak üzere sarayla sultan arasında bir çeşit bağlantı görevini görürlerdi. Sultan eşlerinin haremine girebilen diğer harem ağaları Baltacılardı (Hamallar). Bunlar hanımlar yazlık saraya taşınırken onlara yardımcı olurlardı. Baltacılar ocaklara odun taşıma ve diğer ağır işleri yapıyorlardı. Tekrarlamak gerekirse bu kısıtlamalar hanım sultanlar için değildi. Onlar ihtiyaç duydukları her zaman harem ağasını görebilirlerdi.
Kadınlar haremi için yalnızca siyahî haremağaları kullanılmıştır. Bunların çoğu Etiyopya’dan gelirlerdi ve hepside hareme girdiklerinde çoktan hadım edilmiş olurlardı. Siyahî haremağalarına ilaveten ak ağalar da sultan ve şehzadelerin emrindeydi. Bu ak ağalar saray içindeki gıpta edilen yüksek mevkileri elde etmenin bir aracı olarak ve nazır veya vezir olmak için kendi hür iradeleriyle hadım edilirlerdi. Osmanlıların hiç bir döneminde zorla hadım etme gerçekleştirilmemiştir. Üstelik bütün haremağalarına muhtelif seviyelerde eğitim yolu açıktı.
Gerçekte saray kölelerinin en alt seviyesinde olanlara bile saray hiyerarşisi içerisinde okuma yazma öğretilmiş ve onlar yetenek ve zekâlarına bağlı olarak güç ve itibar mevkilerine tırmanma imkânına sahiptiler. Harem ağalarının da birçok muayyen görevle birlikte birçok mevkileri vardı. Harem ağaları herhangi bir kral ya da devlet başkanının korumaları veya şehir sakinlerinin güvenliğinden sorumlu polis güçleri gibiydiler.
Harem her ne kadar İslami toplumlardaki kapanma hükmünün bir sonucu olarak ortaya çıksa da onun uzun ömrünün sebebi kamusal alandaki cinsiyetlerin ayrılması âdetinden daha fazla bir şey olmalıdır. Haremin kuskusuz bir iktidar veçhesi vardır; sunumumda göstermeye çalıştığım gibi bu hem erkek yöneticisi hem de kadın sakinleri açısından doğrudur. Fakat bunun ötesinde harem müessesesi o kadar süre ayakta kalmıştır çünkü kadın sakinlerinin beklentilerine cevap vermiş ve kadınların kendilerini idare etmesine imkân tanımıştır.
Tartışmakta olduğumuz toplumlarda kadınların sadece finansal güvenlik nedeniyle değil çalkantılı bir dünyadaki fiziki zarar nedeniyle de korunmaya ihtiyacı vardı. Harem içinde barındırdığı kadınlar için bu korumayı sağlamıştır. Harem onlara diğer kadınların arkadaşlığını da sağlamıştır. Hanedan çevresindeki ve şehirlerdeki kadınlar dışarıda, tarlada ve gruplar halinde çalışabilen kadınlardan daha fazla izole olmaya meyilliydi. Bu yüzden harem tam da bu çok ihtiyaç duyulan boşluğu doldurabilmiştir.
Bu tezi destekleyecek Dr. Berkowitz, Klein ve Taylor tarafından UCLA’ DA yapılan ‘Kadınlar Arasında Arkadaşlık’ adlı yeni bir çalışmaya dikkat çekmek isterim. Onların bulguları haremin bir kavram olarak neden kadınlar tarafından reddedilmediğini kısmen açıklamaktadır.
Dr. Berkowitz kadınlar arasındaki arkadaşlığın onların iyiliği için başlangıçtan beri var olduğunu ileri sürer. Görünüşe bakılırsa insanlar stres yaşadıklarında stres vücudu ya ayağa kalkıp kavga etmeye ya da mümkün olduğunca çabuk bir şekilde kaçmaya yol açacak bir hormonsal tepki tetikler: kavga ya da kaçış tepkisi. Zaman içerisinde bu mekanizma farklılaşmış ve strese olan tepkilerimiz değişmiştir. Dr Berkowitz ve meslektaşları kadın ve erkeklerin strese farklı tepkiler verdikleri bulgusuna ulaşmışlardır. Onların çalışması arkadaşlık arayan stresli kadınların aksine stresli erkeklerin yalnızlığa yöneldiklerini göstermiştir.
Kadınlarda stresli faktörler ‘oksitosin’ denilen kadınları çocukları için ihtimam göstermeye ve diğer kadınların arkadaşlığını aramaya sevk eden sakinleştirici bir etki yaratan ve stresle mücadele eden bir beyin kimyasalı üretir. Bu etkileşim daha çok ‘oksitosin’ salgılanmasıyla sonuçlanır. Bu efeminen sosyal bağlar şırasıyla kan basıncını ve kalp atış oranını düşürür ve diğer hastalık risklerini azaltır. Kısaca bu demektir ki feminen toplantılar kadına güç ve canlılık verir ve onun iyiliği için vazgeçilmez önemdedir. Yalnızlık kadının sigara ve şişmanlık gibi en amansız düşmanlarından biridir.
Dolayısıyla harem muhtemelen kadınların bilinçaltlarındaki birbirleriyle olma, maskülin varlığı olmaksızın çocuklarına yönelme ve aile birliğinin kontrolünü elinde tutma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Mademki strese karşı tepkilerimizin sağlığımız için önemli imaları vardır, bu bilinçdışı hayatta kalma mekanizmaları haremle sonuçlanan kanun ve müesseselerin varlığını gerektirmiştir; aynen hala bugünkü kanunların ve benzer müesseselerin varlığını gerektirdikleri gibi.
Kişisel Bir Yolculuk
Büyükannemin benim büyükbabam olan Sultan II. Abdulhamid’in haremine yaptığı bir yolculuk hatırası ve babamın son büyük Osmanlı Sultanı’nın haremindeki çocukluk anılarını içeren kişisel bir notla bitirmek isterim.
Büyükannem
Küçük adı ‘Sendokht’ olan (sonradan ‘Seniha’, ‘Safi-Naz’ olarak değiştirilmişti) bir Kaçar prensesi ve prens-vali Mesut Mirza’nın kızlarından biri İranlı Zell-os-Soltaneh Osmanlı Sarayı’na müstakbel (siyasi nedenlerden dolayı) bir gelin olarak geldi. Yüksek tabakadan olduğuna binaen o zaman 4 yaşları civarında olan prenses sultanın tüm müstakbel eşleri için adet olduğu üzere saray hareminin kalfalarına değil sultanın üvey kız kardeşi ve bizzat kendisi hanedan prensesi olan Seniha Sultan’a verildi. Dolayısıyla Seniha Sultan ‘Sendokht’ Zell-os-Soltaneh’in vekil annesi oldu ve onu bizzat kendi haremine aldı. ‘Sendokht’ Zell-os-Soltaneh’in adı orada "Seniha" Zill-i-Sultan olarak değiştirildi.
Harem
Hanedan prensesinin haremi onun kendi hususi evi demektir. Onun kocası bile (bu durumda Damat Mahmut Bey Paşa) oraya girmek için müsaade istemesi gerekiyordu. Ancak belirtildiği gibi hanedan prensesinin hareminde cariye barınamazdı. Zina (veyahut birden çok eş ve gözdeler) hanedan prensesinin kocasına yasaklanmıştı. Bundan dolayı Osmanlı hanedan prensesleri genelde Kaçar hanedanı gibi diğer belli hanedan aileleri için adet olduğu üzere kuzenleriyle evlenmiyorlardı. Anne tarafından bir Osmanlı prensi olan Damat Mahmut Bey Paşa ve Sultan II. Mahmut’un kızı olan Prenses Saliha örneğinde olduğu gibi istisnalar vuku bulmuştur. Bununla beraber rütbesine bakılmaksızın bir hanedan prensesinin kocası tek eşlilik yasasına uymaya mecburdu. Buna ilaveten Kaçar sarayı gibi diğer saraylardaki âdetin aksine Osmanlı hanedan prensesleri prens (sultanzade) ve prenses (hanım sultan) unvanlarını çocuklarına aktarabilirlerdi.
Çocukluğu
Büyükannem Seniha Zill-i-Sultan boğazda Bebek semtindeki Kuruçeşme’de konumlanan Seniha Sultan’ın sarayında mutlu bir çocukluk geçirdi. Yazlık sarayların çoğu İstanbul’un bu bölgesindeydi. Bütün Osmanlı hanedan prensesleri gibi Kaçar kızına Seniha Sultan’ın sarayında kendine ait bir daire (kendi hizmetçileriyle birlikte) tahsis edilmişti. Hizmetçiler arasında adını prensesin memleketinden alan Araknaz adlı bir sütnine ve ona yeni hayatında eşlik eden diğer İranlı hizmetkârlar vardı. Babamın hatırladığına göre Seniha Sultan gayet anlayışlı, gayet enerjik, akademik hayatta ve sporlarda olağanüstü kabiliyetli biriydi. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde prensesler için adetten olmamasına rağmen Seniha Sultan seçkin bir biniciydi ve biniciliği doğuştan yetenekli olan büyükanneme öğretti. Zill-i-Sultan binicilikle babası prens-vali Masud Zell-os Soltan tarafından Sultan Abad’da (bugünkü Arak) kudretli ve aşırı zengin bir sufi şeyhinin kızı olan annesini ziyarete gittikleri zamanlarda tanıştırılmıştı.
Yıldız Park
Seniha Zill-i-Sultan hayvanlara özellikle de kuşlara çok düşkündü. Yaşı ilerledikçe hiç bir şey ona Sultan Abdulhamid’in resmi saray bahçesi olan Yıldız Parkı’ndaki harikulade kuşlardan daha fazla zevk vermezdi. Yıldız Parkı’nın içindeki dekor gibi şirin saraylar, emsalsiz bir doğal güzelliğe sahip havuzlar, göletler, bisiklet yolları, egzotik hayvanlar safarisi ile saray bahçıvanlarının boğaza tepeden bakan mükemmel bir sahne şeklinde harmanladıkları bir peri masalı köyü gibi inşa edilmişti.
Prenses’in Eğitimi
Prenses’in
eğitimi oldukça kapsamlıydı. O Osmanlıca,
Farsça ve Fransızca oku ve yazmayı öğrendi.
Sanatlara ilaveten Kur’an, matematik, tarih ve coğrafya da
öğrendi. Seniha Sultan mükemmel bir piyanistti ve
büyükannemin de müziğe yatkın olduğunu
anlamıştı. Osmanlı
hanedan çocukları çoğu özellikle piyano
olmak üzere bir müzik aleti çalıyordu. Bununla
beraber prensesler şarkı söylemeye ve dans etmeye
teşvik edilmemiştir. Bu uygun görülmemiştir.
Öte yandan bir müzik aleti üzerine uzmanlaşmaya
ilaveten saraya sultan ve hanedan ailesinin haremine cariye ve
hizmetçi olarak gelen kabiliyetli çocuklar için
şarkı söylemeyi öğrenmek ve dans etmek bir
ayrıcalıktı. Bazıları mükemmel aktörler
oldular ve yeteneklerini haremdeki teatral gösterilerde
sergilediler. Büyükannemin çocukluğu baskı
altında ve kısıtlanmış olmanın yanından
bile geçmemişti. Prenses fayton gezilerinin olduğu
kadar kayıkla gezmenin de zevkini çıkardı.
Bütün bu faaliyetlerde ona hizmetkârlar ve genellikle
diğer prensesler eşlik
ediyordu.
Evlilik
1907-1908 civarı 13 ya da 14 yaşında Sultan II. Abdulhamid ile evlenen (16 yaş altı evlilikler Osmanlı sarayında çok sık olmuyordu) Prenses’e Yıldız’da kışlık bir ikametgâh tahsis edildi. Önceki özgürlüğü biraz daha kısıtlanmasına rağmen ona da diğer prenseslerin sahip olduğu imtiyazlar verildi. O at binmeye ve yazlarının tadını Kuruçeşme Sarayı’nda çıkarmaya devam etti. Seniha Sultan ile çok güçlü olan ilişkisine devam etti. Sarayın görgü kuralları programsız ziyaretlere izin vermiyordu. Sonradan 1909’da babamı doğurduğunda, babam Prens Selim bin Hamid Han, annesiyle nadiren görüştüklerini ve Prenses’in daima yemeklerini yalnız başına kendi dairesinde yerken dadı ve hizmetkârlarla çevrili babam ise yemeğini kendi dairesinde yediğini anımsıyordu.
Kişilerarası İlişkiler
Evlatlarla ilişkiler derin olabilmekle birlikte Osmanlı sarayında hislerin belli edilmesi uygun görülmemiştir. Bir çocuğun davet edilmeden annesinin odasına dalması imkânsız bir şeydi. Hürmet ve sakin tutumlar her daim hâkimdi. Nezaket ve sessiz konuşma haremde olduğu kadar sarayda da de rigueur (görgü gereği) idi. Taşkın tavırların Osmanlı sarayında yeri yoktu. Bu sessiz disiplin ve düzenli hayat tarzı haklı olarak sık sık manastırlardaki atmosfere benzetilmiştir. Baskıcı olmaktan uzakta harem ve saraydaki bu disiplin birçok insanın, bizim dediğimiz gibi, bir çatı altında yaşadığında anlayışlı bir hayat için gerekliydi. Aynen bu sakin tavır Osmanlı ordularının da doğasında vardı ve bu yabancı ordular için bir şaşkınlık nedeniydi. Medenileşmiş kudretin anlamı anlaşmazlıkların insanların seslerini yükseltmeksizin halledilebileceği Osmanlı haremi tarafından ortaya koyulmuş modelde gayet güzel bir şekilde bulunabilir.
.